Dört dalda Oscar Ödülüne layık görülen, Nobel Ödüllü matematikçi John Nash’in biyografisini konu alan 2001 yapımı yönetmenliğini Ron Howard’ın yaptığı Akıl Oyunları bir paranoid şizofrenin dramını konu alıyor. Gerçek hayat hikayesine ne ölçüde bağlı kalındı, seyircinin beğenisini toplamak için ne kadar gerçek çarpıtıldı bilinmez fakat filmin özü itibariyle gerçekliğin çarpıtılmasını konu aldığını düşünürsek, neyin gerçek olduğu konusu da bilinmez oluyor zaten. Görüntüler, geçişler ve oyunculuklar (Russell Crowe ve Jennifer Connelly) toplamında büyülü bir film olduğu söylenebilir, en azından oluşturduğu duygular bazında düşünüldüğünde…
Filmin başından itibaren, John Nash’in bakışlara ve sayılara olan ilgisini, insan ilişkilerindeki yıkıcılığını görüyoruz. Kendisinin sözleriyle ilkokul öğretmeninden duyduğu gibi Nash’in ‘çok gelişmiş bir beyni fakat hiç gelişmemiş bir kalbi’ vardır. Hepimiz için şüphesiz ki ‘önemli’ olmak çok değerlidir fakat bir insanın sahip olduğu her şey buna bağlı olursa, hayattaki tek amacı bu olursa elbette ki en işlevsel tarafını bu amaç için kullanacaktır; en gelişmiş tarafıyla, zihniyle, diğerlerinden farklı olmaya çalışacaktır. Yenilgiye tahammül edemeyen, başkalarının kurallarıyla değil kendi kurallarıyla var olmaya çalışan bu adam, kendi gerçeklik algısıyla kendi dünyasında yaşamaya çalışmaktadır. Dış dünyadaki tüm ilişkiler reddedilmiştir, kendi zihninin oyunları bütün eksikleri kapamaktadır. Kendi gerçekliğinde iyi ilişkiler kurabildiği bir arkadaşı, ona güvenen bir otorite figürü ve onu seven bir çocuk vardır.
Profesör Nash, gün gelir, kendi gerçekliğinin sınırları içinde kaybolmaya başlar. Eşi Alicia, bunu fark eder ve psikiyatrik tedaviyle birlikte iç dünyanın sınırları yıkılır, dış dünya yıkıcı bir biçimde kendi kurallarına uymaya zorlar Nash’i. Bu durum psikiyatristin sözleriyle filmde çok güzel anlatılır:
‘Şizofrenin kabusu neyin gerçek olduğunu bilmemektir. Hayatınızda önem verdiğiniz kişilerin, anıların gerçek olmadığını birdenbire öğrenseydiniz ne olurdu? Nasıl bir cehennem olurdu?’
Paranoid şizofreni teşhisi konulan Nash, zekasıyla bu hastalığı yenmeye çalışır ve biz mantığın değil sevginin gücünü görürüz filmde. Nobel Ödülünü alırken bütün çözümlerini eşine adayan profesör, seyirciyi de gözyaşları içinde bırakır.
Gerçekte 23 sayısına takıntılı olan Josh Nash’in 23 Mayıs 2015’te eşiyle birlikte ölmesi nasıl bir denk gelmedir bilemeyiz. Belki de gerçekte kendi gerçeklik algısıyla dış dünyanın gerçekliğinin kesiştiği tek yer ölümdür. Fakat filmde bunun, aşk olduğu görülmektedir. İkisi de belki aynıdır…
Filmden bir replikle bitirelim, zihnin oyunlarının ve ruhsal problemlerin güzel bir tasviriyle.
‘Onlar benim geçmişim Martin, geçmiş kimsenin peşini bırakmaz.’
*fikrisinema
Comments