top of page

İçtenliğin Parçalanmış Mağaraları; Samimiyet, Aidiyet ve Temas

İçtenliğin, yakınlaşabilme ve temas edebilmeyle birleştiği bir kavram ‘samimiyet’. Anlatmaya çalıştıkça, hissettirdiği duyguların arasında kaybolunan, ifade etmeye çalıştıkça ‘samimiyetsiz’leştirebilen bir kelime. İfade etmenin çaresizliğinde, sözcüğe dökerek samimiyetsizleşmekle sözcüğe dökmeden (ilişkilenmeden) içeride hapsetmenin arasında kalıyor insan.


Samimi olmayı, gerçek duyguya sahip olma ve onunla iletişime geçebilme olarak tanımlıyor Klein okulunun önemli psikanalistlerinden Meltzer. Bu gerçek iletişimle, olduğumuz gibi görünmek, ne demek istediğimizle ifade ettiğimizin birbirini karşılaması olarak… Bunun olabilmesi için de, yaşamın erken döneminde içselleştirilen iyi nesnelerin varlığı gerekir. Çocuğa sunulan yeterince iyi ortam ve koşullar, samimiyet ve aidiyet hissinin var olmasına zemin hazırlar. Yani ilk önce, dış ortamla etkileşime geçerek içselleştirilen kendiliğimizin parçaları, iç dünyamıza ait hissetmelidir kendilerini. Reddedilen, empati kurulmayan, ailesinin idealleri doğrultusunda büyütülen bir çocuk, kendisini, var olmaya çalıştığı dünyada, içten gelen hisleri ve davranışlarıyla yokmuş gibi hissederse (ihtiyaçları görülmez ya da reddedilirse) nasıl bir aidiyet ve bağlılık tanımlanabilir? Korunması ve yaşama devam edebilmesi için, var olan benliği yok etmeye ve yok olan sahte benliği var etmeye eğilen zihin, hayatı boyunca samimiyetsizlikten bir samimiyet çıkarabilmek için mücadele edecektir. İşte tüm bu karmaşanın içinde, birbirinin zıddıyla kaim olan tüm kavramlar dış ve iç dünyada sürekli olarak yer değiştirecektir. Aidiyet ve aidiyetsizlik, samimiyet ve yapmacıklık, izolasyon ve füzyon, yüceltme ve aşağılama gibi… Ve insan, her büyüklenmeci davranışında aşağılayacak bir kişiye ihtiyaç duyacak, her aidiyet hissinde ve bir ait olmama arayacak ve kendini her ortamda biraz yabancı hissedecektir.


“Her yerde olduğu gibi, orada da her şey yabancı bana… Gururum elvermediği için söyleyemiyorum… Gidemedim… Ne ol dersen olurum…”

Samimiyet/yapmacıklık ve ait olmama/olamama hislerinin karmaşıklığını derinden hissettiren ve filmdeki bu son repliklerle de bunu özetleyen bir film olan ‘Kış Uykusu’yla bağlantı kurmak bu noktada yerinde olacak belki. Ana karakter Aydın, filmin sonunda bu repliklerle dokunamadığı karısına (Nihal’e) sesleniyor tüm muhtaçlığıyla. Büyüklenmeci kendiliği ve belki de hiç temas edemediği içten duygularıyla olduğu gibi görünemeyen sanatçı Aydın, kendisine, güvende olacağı ve yıkıcı duygularıyla bütünleşebileceği bir kimlik arıyor. Nihal’in gözlerinin kendisini göstermesini istiyor fakat bu sefer zahiri ve sofistike değil, ‘samimi’ bir biçimde…


Aydın, 25 yıllık bir tiyatro oyuncusu. Kendini yutan ve muhtemelen değersiz hissettiren İstanbul’dan kaçıp geldiği bu kırsalda, babasından kalan oteli işletiyor. Sık sık tiyatrodan vazgeçmediğini ve başka yollara sapmadığını anlatıyor etrafındakilere. Herhangi bir eleştiriye kapalı… Duygusal geçit vermezliğinin ardındaki değersizlik duygularının ortaya çıkmasını engellemek istiyor. Bu geçit vermezlik, kendisiyle birlikte otelde yaşayan kardeşi Necla ve karısı Nihal’e de yansıyor. Filmdeki ilişkiler arasındaki mesafe çok belirgin. Kışın tüm ulaşılabilir yolları var gücüyle kapatması gibi, ilişkiler arasındaki yakınlaşma da imkânsızlaşıyor sürekli. Aydın ve kardeşi Necla, iletişim kurmak isterken, kopuyor, Aydın ve Nihal fiziksel mesafenin yakınlığında iki ayrı uca itiliyor. Böyle olunca da, içtenliğin tüm kapıları kapanıyor. Dil, içten gelenleri olduğu gibi aktarmak konusunda çaresiz kalıyor.



Yakınlaşamamanın çaresizliği, nesneler yoluyla kurulmaya çalışıp kurulamayan bağlar daha ilk sahneden gözler önünde. Ana karakter Aydın’ı otele giderken görüyoruz. Elinde torbayla otele giren Aydın, başkalarını doyurmak için topladığı mantarlarla kimseyi doyuramıyor, oteldeki genç müşteri bu daveti kabul etmiyor. Film içinde, Aydın’ın kendi doyumunu sağlayan (ya da sağlayamayan) her şeyin, başkalarını doyurmaya yetmediğiyle birçok kez karşılaşıyoruz aslında. Ne sahip olduğu onca varlık, ne kitapları, ne de edindiği bilgiler, ilk başta ailesi olmak üzere (kardeşi Necla ve karısı Nihal) kimseyi tatmin edemiyor, kimseyle gerçek ve samimi bir bağ kurmasına yetmiyor. Belki, Aydın’ın iç dünyasındaki doymamışlığı ve boşluğu düşünmeye itiyor bizi yönetmen. Birçok nesneyle doldurulmaya çalışılmış ama kapanamamış olan sonsuz, dipsiz bir boşluğu… Sosyal konular ve halkın meseleleriyle bu kadar ilgili görünen Aydın, temastan da bir o kadar uzak. Var etmek zorunda bırakıldığı sahte kendilik yüzünden içinde kalan boşluk sanki hayatındaki tüm meselelere yansıyor. Entelektüel birikimini kullanarak yazılarıyla temas etmeye çalıştığı halkın gerçekliğinden bile uzak oluyor. Oyuncu olmasının verdiği birikimle, yazılarıyla ve konuşmalarıyla da sahnede oynuyor gibi. İletişimden uzak, verilen rolü başarıyla sergilemeye çalışıyor, içselleştirmeden ve dokunamadan. Nihal’in sözleri durumu anlatıyor, ‘Sahnede değilsin artık. Sana inanmıyorum. Yapmacıksın. Benden gerçekten ne istediğini anlayabilmiş değilim.’ İçten olanın, sahici benliğinin yerini alan maske ile zahiri oluyor Aydın. Etrafındaki herkesi de görünmez yaparak…


Aydın’ın iç dünyasının mağaralarında, Nihal ‘seninle cebelleşeceğim derken, bütün huylarım değişti’ diyor. Adeta, tutsaklığını ve Aydın’ın bir uzantısı oluşunu kabul ediyor, sözde özgürlük savaşını verirken. Her şey olduğundan farklı, sözde ve sahte… Aydın, Nihal ile konuşmak isterken, Nihal yanına oturmuyor. Aynada, Aydın’ın Nihal’e bakarken tek başına kaldığını görüyoruz. Kontrol altına almak istediği ve idealleştiren kendiliğini aynada göremiyor. Belki de o ayna, kendisini hiç göstermemiştir. Başkalarının gözlerinde, hiç kendini görememiştir Aydın. Öte yandan, Necla’yı görüyoruz. ‘Nasırlı elleriyle sırtını uyuşturan’ Necla, sakinleştirmekten uzak, kendi ideallerine erişemediği için sürekli eleştiren annesini hatırlatıyor sanki. Arkasında durup yalnızlık hissi vermeyen ama bedelini ağır ödeten bir anne… Öte yandan, Necla’yı, ‘kötülüğe karşı koymamak’ konusunda kararlı görüyoruz. Ayrılarak, geldiği bu kardeşinin mağarasında, gidip kocasından af dilemekten bahsediyor. Bu da bir nevi büyüklenmeci bir kendiliğin göstergesi değil midir? Kötülüğün karşısında susup sonra af dilemek… Karşısındaki insanı utandırmak… Sabırlı görünüşün arkasındaki, yine temas etmekten uzak, utanan parçasını karşısındakine yansıtarak onunla böyle baş etmeye çalışmak…





Benliğin parçalanıp etrafta salındığı böyle bir durumda, bir içtenlik ve samimiyetten bahsetmek mümkün müdür? Parçalar, daha kendilerini oluşturan zihne ve bedene aidiyetsiz hissedip, başka zihin ve bedenlerde var olmaya çalışıyorlarsa nasıl bir samimiyetten bahsedilebilir? İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın bütünleşip kabullenilmediği, sahici duyguların utanç duymadan ifade edilemediği bu mağarada çok zor. Olağanca gücüyle, kendini korumak için, zihnin bambaşka zihinlere yansıttığı bu benlik parçalarının bütünleşmesi için kaç kişiye ihtiyaç vardır? Ağır kurallarla, ‘nasır’ tutmuş kendilik, dağılan mevcudiyetini toparlamaktan aciz… Bazen kendimizin bile haberdar olmadığı içimizde yatan ‘gerçek’ ve ‘samimi’ benlik çekirdeği, onarılmamış bir biçimde başkalarının ifadelerindedir. Aydın gibi, hem bu ifadelere muhtaçtır insan hem de korkaktır temas söz konusu olunca. Sadece Aydın için değil, Nihal ve Necla için de aynı yorumu yapmak belki yerinde olacaktır.

Ahlak ve vicdan olgularına çok baskı yapılıyor filmde. Hatta sanki tartışmayı başlatan bile bu sözcüklerin kullanılması oluyor. Levent öğretmen, içki masasında vicdan ve ahlak kelimelerini duyar duymaz kendinden geçiyor, kiracı İsmail, Nihal’e bir ahlak dersi veriyor ve ‘kirli’ paraları yakarak Nihal’in vicdanını onarmasını engelliyor. Üst benliğin bu kadar net ve katı yapılandığını, yukarıda bahsettiğim oteldeki diyaloglardan sonra, otelin dışında bu vicdan ve ahlak meselelerinden de rahatça görebiliyoruz. Sanki çocukluğun erken dönemlerinde verilmemiş olan sıcaklığın ve doyurulmamış olmanın eksikliği, bu katı ve cezalandıran üst benlikle giderilmeye çalışılmış. Aydın, bunu kitaplarıyla yapmaya çalışırken, İsmail yıkıcı bir şekilde hem kendini hem etrafındakileri cezalandırarak yapıyor. Aydın’ın bir parçası olarak Nihal, bu durumun üstesinden gelmek için, Hamdi ve İsmail ile birebir temas etmek istediğinde, öfke ve yıkıcılıkla karşılaşıyor, korkuyor. Bir yandan da, karakter bazında Nihal’i ele alırsak, kişisel aşamadığı meselelerini, toplumsal düzende aşma isteği, özgürlüğünü böylece geri alma arzusu, suya düşüyor. Halk, vicdanını rahatlatacak ‘şükran’ ı vermiyor ona. Aydın’ın yapmacıklığından kurtulmak isterken, gerçeğin yıkıcılığı korkutuyor. Hamdi, Nihal’in istediği şükran duygusunu, tatmin etmek isterken, İsmail paraları ateşe atarak, bunu kestirip atıyor. Yani, Nihal, yapmacıklık ve sahtelikten kaçmak isterken aslında sahte davranan ve ikili oynayan din adamı Hamdi’den sadece istediğini alabiliyor. İsmail ise net ve acımasız tavrıyla, yok ediyor. Öte yandan da yaşamak ve hayatı idame ettirebilmek için, samimiyetsizliğin işlevini açıkça görüyoruz. Hamdi, ailesine bakabilmek için sahte olmak zorunda. Gerçek duygular ya utandırıyor, ya da yok ediyor, sahtelikse Aydın ile olabilecek temassız bir uzlaşmaya götürebiliyor.


İç dünyamızdaki mağaralar ve orada sakladıklarımız, saklamak uğruna kurulan (kurulmak zorunda bırakılan) sahte ve idealleştirilmiş benlik, yıkıcılık, öfke ve özgürlük mücadelesi üzerine çok fazla öğe barındıran bir film ‘Kış Uykusu’. Özgürlük mücadelesinden yorgun düşen at, Aydın’ın kapattığı mağarasından, yine Aydın tarafından özgürlüğüne kavuşturuluyor. Mücadele sırasında, yorgun düşen bir diğer hayvan (köpek) ölmüş olarak gösteriliyor. Öte yandan, kendi yıkıcılığıyla yüzleşen Aydın, tavşanı vuruyor. Belki de, vurduğu tavşanı eve getirerek Aydın ilk defa kendinin bir parçasıyla yüzleşiyor ve ilk defa temas ediyor. Tarihini bilmekten, 25 yıllık yaptığı mesleğe bile temas etmekten uzak olan Aydın, filmin sonunda ancak ‘Tiyatro Tarihi’ kitabına başlayabiliyor. Gerçekten nereye ait olduğunu belki de bu sayede bulabileceği bir yola çıkıyor. Yok edilen Nihal ile yok etmiş olan Aydın, mağaralarında yeniden buluşuyorlar. Gitmekten korkarak, kalmaktan rahatsız olarak ama belki de ilk defa kış uykularından uyanıp sahici ve samimi bir birey olmak isteyerek…



Psikeart Dergisi

Comments


bottom of page